Pixelianur Tanıtım Videosu

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Alınlar Terlemeli - Mehmet Akif





ALINLAR TERLEMELİ
Cihan altüst olurken, seyre baktın, öyle durdun da,
Bugün bir serserî, bir derbedersin kendi yurdunda!

Hayat elbette hakkın, lâkin ettir haykırıp ihkâk;
Sağırdır kubbeler, bir ses duyar: Da'vâ-yı istihkâk


Bu milyarlarca da'vâdan ki inler dağlar, enginler;
Otumuş, ağlıyan âvâre bir mazlûmu kim dinler?

Emeklerken, sabî tavrıyla, topraklarda sen hâlâ,
Beşer doğrulmuş, etmiş, bir de baktın, cevvi istîlâ!


Yanar dağlar uçurmuş, gezdirir beyninde dünyânın;
Cehennemler batırmış, yüzdürür kalbinde deryânın;

Eser a'mâkı, izler keşfeder edvâr-ı hilkatten;
Deşer âfâkı, birşeyler sezer esrâr-ı kudretten;


Zemin mahkûmu olmuştur, zaman mahkûmu olmakta;
O, heyhât, istiyor hâkim kesilmek bu'd-i mutlakta!
 
Mehmet Akif Ersoy 

Hamza Namira - Insan



Awakening'in zamanında Coming Soon dediği albüm çıkalı çok oldu. Ama bazılarının bundan haberi yoktu herhalde. Bizde onlarında haberi olsun diye albümü bulduk ve pixelianur kalitesiyl yükledik sitemize.  Hayırlı Olsun...


Müslüman ve Yahudilerin Protestosu.. -risaleajans-




Avrupa'daki Müslüman ve Yahudi gruplar, Almanya'da bir eyalet mahkemesinin Sünnetin "bedensel yaralama" sayan kararını ortak bir bildiriyle kınadı.

BBC'nin haberine göre, ortak bildiride Sünnetin İslamiyet ve Yahudiliğin temellerinden biri olduğu vurgulanarak bu geleneğin hukuki koruma altına alınması istendi.

Köln eyalet mahkemesinin kararını kınama bildirisini, Avrupa Hahamlık Merkezi, Avrupa Yahudi Parlamentosu, Avrupa Yahudi Birliği, Almanya Diyanet İşleri Türk İslam Birliği ve Brüksel İslam Merkezi'nin de aralarında bulunduğu grupların başkanları imzaladı.

Bildiride, "Bizler bu kararı temel dini ve kişisel haklarımıza yönelik bir hakaret olarak algılıyoruz. Sünnet bireysel inançlarımızın temellerinden biri olan, çok eski bir gelenektir. Dolayısıyla bu mahkeme kararını en sert şekilde kınıyoruz.

Bizler, bu ortak geleneğimizi sürdürme hakkımızı kuvvetle savunacağız. Ve aynı zamanda Almanya parlamentosuna ve tüm siyasi partilere derhal devreye girerek bu kararın iptal edilmesini sağlamaları çağrısında bulunuyoruz." dedi.

Avrupa Müslüman ve Yahudi grupların liderleri ayrıca, Avrupa Parlamentosu ve Bundestag üyeleriyle de bir araya gelerek karardan duyulan öfkeyi dile getirdiler ve Alman parlamentosunun, Sünnet geleneğini yasal koruma altına almasını istediler.

Sevgi ve Barış Dokunuşu: SELAM -diyanet-




Her yıl Ramazan ayında bir konu belirleyerek kaybolmaya yüz tutan değerleri yeniden toplumun gündemine taşımayı hedefleyen Diyanet İşleri Başkanlığı, 2012 yılının Ramazan ayı temasını, “İnsan İlişkilerinin En Önemli Unsuru, Medenî İletişimin Sembolü: Selâm ve Selâmlaşma” olarak belirledi.
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından aylık olarak yayımlanan Diyanet Aylık Dergi de Temmuz sayısını selâm ve selâmlaşmaya ayırdı.
Dergide bir başyazı kaleme alan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, selâmın, dilden kalbe, kalpten organlara; bireyden topluma ve tüm insanlığa yansıyan barış dili olduğunu ifade etti. Başkan Görmez yazısında, İslâm’da insan ilişkilerinin hak, hukuk, adalet, doğruluk, eşitlik, merhamet, şefkat, sevgi, saygı, dostluk, kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma gibi yüksek fazilet ve erdemler üzerine inşa edildiğini belirterek, bu erdemlere ulaşmanın en güzel yollarından birinin de selâm ve barış dilini ilişkilere hâkim kılmak olduğunu ifade etti.
Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in başyazısından öne çıkan başlıklar şöyle:
İlişkilerimizde selâm ve barış dilini hâkim kılalım…
“İslâm’da insan ilişkileri hak, hukuk, adalet, doğruluk, eşitlik, merhamet, şefkat, sevgi, saygı, dostluk, kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma gibi yüksek fazilet ve erdemler üzerine inşa edilmiştir. Söz konusu fazilet ve erdemlere ulaşmanın en güzel yollarından biri, hiç şüphesiz selâm ve barış dilini ilişkilerde egemen kılmaktır. Selâm, her şeyden önce insanların birbirleriyle sağlıklı iletişim kurmalarının temelidir. Dilden kalbe, kalpten organlara; bireyden topluma ve tüm insanlığa yansıyan barış dilidir. Sosyal ilişkileri barış üzerine kurmanın, güven ve huzuru gerçekleştirmenin, dostluk ve kardeşliği geliştirmenin yoludur. Sinelerdeki ağır yükleri atmanın, küskünlük ve dargınlıkları gidermenin adresidir. Müslümanın kimliğini inşa eden temel bir şiar ve semboldür. Fert ve toplum hayatında barış ve güvenin sembolü, huzur ve mutluluğun kaynağı, müminlerin birbirlerine karşı iyi niyetlerinin bir göstergesidir. Daha da önemlisi kardeşlik hukukunun bir gereğidir.
Ne yazık ki bu yüksek değer, modern zamanlarda önem ve değerini yitirmeye başladı. Toplum hayatından fert ve aileye, kitle iletişim araçlarından sanal ortamlara kadar pek çok alanda selâm ve barış dili yerine çatışma ve kavga dili egemen olmaya başladı. Tanışma ve bilişmenin en güzel yolu olan selâm ve barış dili, ötekileştirme, ayrıştırma ve farklılıkları tek tipleştirme ya da yok etme girişimlerinin etkisiyle büyük yara aldı. İnsanlık selâm ve barış dilinden gün geçtikçe uzaklaşmaya, esenliğe sırt çevirmeye başladı.
Aranızda selâmı yayınız…
Diğer taraftan dünyevileşme ve bireysellik giderek ön plâna çıkmaya başladı. İnsanlar, kalabalıklar içinde yalnızlaştı. Mahallelerin, sokak ve caddelerin aile sıcaklığını aratmayan o dostane ilişkileri kaybolmaya yüz tuttu. İnsanlar birbirine yabancılaştı. İlişkilerde samimiyetsizlik ve güvensizlik yaygınlaştı. Selâm ve selâmlaşma kültürünün toplumsal hayattaki varlığı ve görünürlüğü azaldı. Artık insanlar bırakın tanımadığı insanlara selâm vermeyi tanıdıklarını bile görmezden gelmeye başladı.
Oysa selâm; barış, esenlik, güven, emniyet, huzur ve mutluluk temelleri üzerine bina edilen İslâm’ın rahmet yüklü evrensel mesajlarıyla hayat bulmaktır. Nihayetinde barış ve esenlik yurdu olan “dâru’s-selâm”a, cennet ve cemâlullaha ulaşmaktır. Bu da ancak bu dünyayı selâm ve selâmet yurduna dönüştürmek için çaba harcamakla mümkündür.
Selâm, kardeşine dost olduğunun, kendisinden ona asla bir zarar gelmeyeceğinin, elinden ve dilinden herkesin güvende olduğunun sözlü teminatıdır. Ancak salt bir söz değil, kardeşinin hâlini sormanın, problemini çözmenin, yarasına merhem olmanın; dolayısıyla insana verilen değerin adıdır.
Selâm, kadın-erkek, genç-yaşlı, çocuk-olgun demeden tanıdığına, tanımadığına, toplumun tüm kesimlerine her daim esenlik sunmaktır, dua etmektir. Hatta esenlikte yarışarak barış ve huzurun anahtarı olabilmektir.
Selâm, Yüce Rabbimizin, “Bir mümin tarafından bir selâmla selâmlandığınız zaman siz ondan daha güzel bir karşılık verin veya aynı ile mukabele edin.” (Nisâ, 4/86) fermanını yerine getirmektir.
Selâm, Sevgili Peygamberimizin (sas), “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş göstereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” (Müslim, Îmân, 93) tavsiyesi gereğince müminlerin arasında sevgi ve muhabbete dayalı bir gönül bağı oluşturmaktır.
Selâm, Allah Teâlâ’nın, “Evlere girdiğiniz zaman birbirinize, Allah katından mübarek ve hoş bir esenlik dileği olarak, selâm verin.” (Nûr, 24/61) emri uyarınca, müminlerin evlerine duayla girerek ailelerini ve evlerini bereketlendirmelerinin güzel bir vesilesidir. Selâm, sadakadır. Öte dünyaya göçmüş kardeşlerimize de rahmet dilemektir.”
Diyanet

Münafıkların Vasıfları -pixelislam-



  • Mümin topluluğunun içinden çıkarlar
  • İman etmedikleri halde iman etmiş gibi gözükürler
  • Kuran'ı anlamazlar
  • Allah'ı çok az anarlar
  • Kibirlidirler
  • Kalplerinde olmayanı söylerler
  • İyiye engel olur, kötülük yapmak için yarışırlar
  • Allah'ın beğendiklerini çirkin görürler
  • Kuran ve müminler hakkında alaycı konuşmalar yaparlar
  • Hem fiziksel, hem ruhi yönden pistirler
  • Gösteriş için namaz kılarlar
  • Allah'ın değil insanların rızasını gözetirler
  • Mallarını gösteriş olsun diye harcarlar
  • Allah yolunda ciddi bir harcama yapmazlar
  • Açgözlü ve bencildirler
  • Dış görünümleri ve konuşmaları gösterişli olabilir
  • Gizli toplanır, müminlere karşı plan kurarlar
  • Müminlerin arasında "ajanlık" yapmaya kalkarlar
  • Rahat değildirler, sürekli kendilerini över, temize çıkmaya çalışırlar
  • Müminlere karşı korku ve tedirginlik içindedirler
  • Allah'ın, yaptıklarını görmediğini sanmaktadırlar
  • Allah'ın müminlere desteğinin bilincinde değildirler
  • İnkarcıların eziyetlerinden, Allah'ın azabından çok korkarlar
  • Kendi aralarında da anlaşmazlık içindedirler
  • Müminleri aldanmış sanırlar
  • Akıllı olduklarını sanırlar
  • Korku ve zorluk anlarında kendilerini belli ederler
  • Allah adına mücadeleden bahane bularak kaçarlar
  • Zorluk anlarında fitne çıkarırlar
  • Müminler arasında yalan haber yayarlar
  • Düzeltmek adına bozgunculuk yaparlar
  • Müminlerden intikam almak isterler
  • Müminlere karşı inkarcılarla işbirliği yaparlar
  • Müminleri karalamaya çalışırlar
  • Müminlerden kendi saflarına adam çekmeye çalışırlar.



Ashar Khan - The Vibe


Allah Kainatı Neden Yarattı? -sozlerkosku-


Şu kainatın ve içindeki varlıkların Sanii olan Cenabı Hak, şu kainatı çok ciddi gayeler için yaratmıştır. Kuran bunu şöyle  bildirir:

Biz göğü, yeri ve bu ikisi arasında olanları oyun olsun diye yaratmadık.
(Enbiya suresi, 16)
Göğü, yeri ve bu ikisi arasında olanları boşuna yaratmadık.
(Sad suresi, 27)
Bütün varlıklar kendilerine mahsus dillerle yüce yaratıcıyı tesbih ve takdis ederler. Kendilerine tevdi edilen görevleri büyük bir zevk ve şevkle yerine getirirler. Mesela güneş bir saniye bile geri kalmadan kendine çizilen yörüngede yoluna devam eder. Irmaklar bir cuş u huruşla denizlere doğru akar. İnsanın emrine verilen hayvanlar tam bir itaatle ona hizmet eder.
Ayrıca, kâinat yaratılmasaydı Allahın sıfatlarının ve isimlerin o sonsuz kemali ve güzelliği bilinmeyecekti. Bu bilgi sadece Allaha mahsus kalacaktı. Cenab-ı Hak isim ve sıfatlarının manevi güzelliklerini tecelli ettirmekle, kendi cemal ve kemalini bu eserlerinde kendisi bizzat müşahede buyurduğu gibi, melekleri, insanları ve cinleri de bu şereften, bu lütuftan hissedar etmek diledi.
Mahlukatı yaratıp yaratmama hususunda Allah, İlahi tercihini yaratma şeklinde yapmış ve bu tercih mahlukat için sonsuz bir rahmet olmuştur. Yoksa, bir ismi Samed (Her şey ona muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değil) olan Allahın bu alemi yaratmasının, haşa!, bir ihtiyaçtan geldiği düşünülemez.

Allah seni seviyorum diyor.. -nurakademisi-


13 Temmuz 2012 Cuma

Dünyanın etrafında da bir halka varmış.. -sozlerkosku-

Biz çok da “gelişmemiş” olan gözlerimizle göremesek de, New Scientist‘e göre dünyanın etrafında bir halka var. Satürngezegeninki kadar etkileyici olmasa da bu anti-proton halka, bir süre önce keşfedilen ve dünyayı çevreleyen pozitron bulutuyla birleşiyor.
İşin ilginç yanı ise karşıtı olan pozitrondan 2.000 kat daha ağır olan anti-protonların daha sonra keşfedilmesi. İkisi de gezegenin manyetik alanı içinde yer alan Van Allen radyasyon kuşağı denilen bölgede bulunuyor.
Ağır parçacıklar dünyanın manyetik çizgileri üzerinde kıvrıldıklarında daha geniş yollar çiziyorlar. Daha güçsüz manyetik alan çizgileri dedaha geniş spiraller ile sonuçlanıyor. Dolayısıyla daha ağır olan anti-protonların, dış radyasyon kuşağında çok büyük döngülere girerek hızlıca normal madde ile yok edileceği alt atmosfere çekilmesi bekleniyor. İç kuşağın ise anti-protonları alı koyacak kadar güçlüalanlara sahip olduğu düşünülüyor.


Tesadüfe Bir Darbe: Yaprak Gali -sizinti-


Tesadüfe Bir Darbe: Yaprak Gali 
Şafak ÖZTÜRK  
 
Sesli Dinle

Çeşitli meyve ağaçlarının yaprakları üzerinde ortaya çıkan değişik büyüklüklerdeki renkli pürüzler hiç dikkatinizi çekti mi? Bilim adamları bu yapılara gal (kabarcık) ismini vermişlerdir. Geçmişte galin, yaprak gelişimindeki anomalilerden kaynaklandığı veya bazı ağaç türlerinin yapraklarına ait bir özellik olduğu düşünülürdü. Bu kabarcıkların özelliği, içinde asit bulunmasıdır. Meşe yapraklarında oluşan galin içindeki asit, antik çağlarda mürekkep olarak kullanılmıştır.

Lâboratuvar araştırmaları, galin basit bir yaprak anomalisi olmadığını, galin oluşmasında, yaprak gal akarlarının ve yaprak biti lârvalarının önemli rol oynadığını ortaya çıkarmıştır. Galin içindeki boşluğu çevreleyen doku, lârvalar için mükemmel bir evdir. Çünkü bu doku, lârvaların büyümeleri için yeterli miktarda yağ, protein ve su ihtiva eder. Lârvaların sindirim sistemine uygun şekilde bir besin muhteviyatına sahip gal içindeki doku, yumuşaklığı itibarıyla da lârvanın ağzına lâyıktır. Bu yumuşak doku, sert bir dokuyla çevrelenmiştir. Bu sert doku, yumuşak doku içinde beslenen ve gelişen akarları ve bitleri, kuşlara ve diğer böceklere karşı korumada vazifelidir. Bu yüzden lârvaların geliştiği gal içindeki yumuşak doku, şefkat dolu bir ana rahmi gibidir. Galin içindeki yumuşak dokunun etrafını saran ikinci dokuda ise, sindirimi birçok hayvan için uygun olmayan acı maddeler bulunur. Böcekler, bu yüzden üzerinde gal oluşumları bulunan yaprağı yemezler. Böcekler, üzerinde gal bulunmayan yaprakları tercih ederler. Böylece, gal ihtiva eden yaprakları korumak için, galsiz yapraklar kendilerini feda ederler.

Yaprak galini araştıran evrimcilerin, galin içine yerleşen bitki paraziti akarların ve bitlerin, şefkatle korunup beslenmesine evrim zaviyesinden söyleyebilecekleri hiçbir sözleri yoktu. Meselâ 1958 yılında yaprak bitleri üzerine doktora yapmış Prof. Ulrich Sedlag, galin ağaçlara sağlayabileceği muhtemel faydaları incelemiştir. Sedlag'a göre yapraklar, iradî olarak, ağaçların hayatî mekanizmalarına zarar vermemesi için lârvaları gal kabarcıklarına hapsederler. Lârvalar, sınırlandıkları mekanda, geçirdikleri süre içinde yetişkin olana kadar ağaçlara kayda değer bir zarar vermezler (SEDLAG:1959). Heidelberg Üniversitesi zoologlarından Fritz Schremmer, Sedlag'ın görüşünü aynen takip edip açmaya çalışır; fakat galin çok lüks beslenme merkezi olduğunu ifade ederken, yazdıklarına kendisi de hayret etmiş olmalı ki, şunları ekler: "Şahit olduğumuz bu durum, her ne kadar harika görünse de, ağacın kendini daha geniş saldırılara karşı korumasından başka bir şey değildir. Gal oluşumu vesilesiyle ağaçlar, böcek lârvalarını mekân ve zaman itibariyle hapsederler ve böylelikle oluşabilecek daha geniş zararları önlemiş olurlar." (Schremmer, 1973)

Ağaçlara irade ile birlikte hedefe yönelik davranma (teleolojik) özelliğini de isnat eden Schremmer'in bu satırları karşısında, "insaf" demekten başka da bir şey kalmıyor. Schremmer ve Sedlag, içinde bulundukları ilmî paradoksu fark edememiş olmalılar ki, bu görüşlerini dönemin en itibarlı bilim dergilerinde yayımlayabildiler. Böyle akıl almaz izah tarzlarının sebeplerinden biri de, bilim adamlarına uygulanan Darwinist mahalle baskısıdır. Sedlag ve Schremmer'in mantığını genelleştirdiğimiz zaman, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: İnsan bedeninde nezle, büyük ölçüde burunla sınırlanarak, nezleye yol açan virüslerin başka organlara sıçraması önlenir. Bir başka örnek, bağırsak kurtları bağırsaklara hapsedilerek, karaciğere ulaşması önlenir. Tıbbî bilgi dağarcığı olanlar, her hastalığın hedef aldığı bir organ grubunun olduğunu bilir. Hastalığa yol açan mikroorganizmaların, fıtrî özellikleri gereğince, hastalığı sadece belli bölge ve dokularla sınırlıdır. İnsanlar vücudunda barındırdığı hiçbir mikroorganizmayı iradî olarak yönlendiremezken, bu kabiliyeti ağaçlara vermek, ilmî zihniyetle izah edilemez.

Bahsi gecen akıl almaz izah tarzlarının farkına varılmış olunmalı ki, 1980'lerden bu yana Darwinist çevreler, ağaç merkezli izah denemelerinden böcek merkezli izahlara geçmişlerdir. Meselâ şu tür izah denemeleri oldukça yaygındır: "Tecrübî olarak tespit edilmiştir ki, yaprak galinin oluşumunu tetikleyen gerekli sıvı, böcekler tarafından salgılanır. Bu sıvının yaprak dokusu üzerindeki manipülasyonu neticesi böcekler, kendileri için gereken yapıların oluşumunu yine kendileri destekler. Galin oluşumunda önemli rolü, kompleks yapıdaki lârva merkezli paraziter münasebet oynar. Bu yüzden yapraklarda oluşan galleri, fedakârlık hâdisesi olarak nitelendirmemiz düşünülemez. Hâl böyle olsa, sağlıklı yapraklarını türlü böceklere besin kaynağı olarak sunan ağaçlar için de aynı görüşü savunmamız gerekir."

Yapraklarda gal oluşumu konusundaki ilk izah denemelerinde ağaçlara isnat edilen irade, daha sonraki dönemlerde görüldüğü gibi böceklere verilmiştir. Bu izah sistemi içinde ağaçların hiç rolü yoktur denebilir. Hâlbuki galler, tamamıyla nebatî yapıtaşlarından oluşur. Biyoloji alanında az bir bilgisi olanlar bilirler ki, yapraklar sadece onları tüketen hayvanlar için yaratılmamıştır. Bitkinin metabolizmasının büyük nispette gerçekleştiği yapraklar, aynı zamanda dünyadaki bütün canlılar için vazgeçilmez olan oksijenin üretildiği fakültelerdir. Gal oluşumundaki tek yönlü fayda, içinde barındırdığı lârvanın hayatıyla sınırlıdır. Burada tam mânâsıyla fedakârane bir hâdiseden söz edilebilir. Varsaydığı mekanizmalardan hareket eden Darwinizm'e göre gal, kör tesadüfler neticesi ortaya çıkmıştır. Hâlbuki gal hâdisesinin tetiklenmesinde böcek ve yaprak arasındaki karşılıklı etkileşim, ilmî olarak mâlumdur. Darwinist çevreler, yaprakların ve böceklerin birbirleriyle koordineli şekilde mutasyonlar geçirip, bu hâdiseyi ortaya çıkardıklarını varsaymaktadırlar. Bitki ve hayvanlarda iradenin var olduğunun kabulü bir tarafa, iradenin bir üst mercii olan işbirliğini bile göze alan Darwinist anlayışın hiçbir mantığının olmadığı açıktır. Yüce Yaratıcı'yı nazara vermemek uğruna yapılan bu akla, mantığa ve ilmi zihniyete aykırı yorumlar, evrimcileri gülünç duruma düşürmektedir.

Böcek bilimiyle alakalı eserlerde gal meselesi, izah yerine, evrimleşerek oldu denilerek geçiştirilmektedir. Yapraklardaki gal (öd) oluşumunun onca izah denemesinden sonra bile hâlâ Darwinistlerin ödünü koparttığı görülmektedir. Galin, Darwinist anlayışı yerle bir etmesi, bu anlayışın ne kadar çürük olduğunun da bir göstergesidir. 

Bu da geçer yahu!! -editor-


Hamza Namira - Insan


Bahar dahi bir çiçektir... -editor-


RNİDH - 2: Doktorun ilk tanışması

İslam'ın bilincli bir şekilde gundemime ve pratiğime yansımaya başladığı ilk yıllarda Risale-i Nurları ben de herkes gibi duymuştum. Risale hakkında içinde bulunduğum çevreler tarafından pek de olumlu şeyler duymamam bu konuda ister istemez bende bir ön yargı oluşmasına neden olmuştu. Yine de ilk zamanlarda zoraki de olsa bazı arkadaşların vesilesiyle derslere katılmış ve Risale dilinin o zamanlar bana ağır geldiğini düşünerek Risale okumayı başka insanlara havale ederek vaz geçmiştim.
 
O zamanlardan aklımda kalan ve beni en çok sinirlendiren (!) olayların başında; Risale okunurken cemaat içinde bazı insanların kendi kendilerine yüksek bir sesle, hayretengiz bir şekilde ; “Allah Allah!” gibi kelimeler sarf etmeleri ve her fırsatta ceplerinden küçük kırmızı kaplı bir kitap çıkararak, nasıl olurda bu kitaptan bir şeyler okurum tavırlarıydı. Bana göre okunan metinde hiçte insanı cuşu-huruşa getirecek, çok orijinal bir şey yoktu(!)
 
İslam’ın güncelime girmesinden sonra tam dokuz yıl geçmiş, uzmanlık eğitimini yapmak için Edirne’ye tayin olmuştum. Arkadaşlarla bir akşam sohbet etmek için toplandığımızda, o akşam yeni tanıştığımız bir arkadaş dikkatimi çekmişti. Duruşu, kalkışı oturuşu, edebi beni ilk andan itibaren etkileyen bir arkadaş. Sohbet ilerleyip, konu İslami meselelere gelince muhabbetimiz daha da bir hararetleniyor ve herkes kendi fikrinin ön planda olması için gayret sarf ediyordu. İşin enteresan tarafı yeni tanıştığımız Yusuf kardeş konuya konuşmacı olarak pek müdahil olmuyor dinliyor ve herkes konuşmasını bitirdikten sonra;
 
“Abi müsaade ederseniz ben de fikrimi söyleye bilir miyim?” diye adeta sazı eline alıyor ve yaptığı yorumlarla bizi hayretlere düşürüyordu.
 
Sohbet bu minval üzere devam ederken, benim yıllardır kafamı karıştıran, ara ara imamlar ve müftüler dâhil sorduğum birçok soruya inanılmaz ikna edici cevaplar veriyordu. Bir ara kendimi kaybetmiş olacağım ki;
 
“Kardeşim sen dahi bir insan mısın? Bu cevaplar nereden aklına geliyor? Müthiş bir yorum bu!” gibi cümleler sarf etmeye başladım. Oysa yapım gereği tartışmalarda enaniyetin de etkisiyle muhatabıma asla böyle şeyler söylemez ve elimden geldiğince onun tezini çürütmek için anti-tezler üretirdim. Ancak bu sefer başkaydı, aldığım cevaplar çok orijinal ve sorduğum sorunun birebir karşılığıydı. Adeta pes etmek zorunda kalmıştım. Oysa İslam’a gönül vereli dokuz yıl olmuştu. Bu süre zarfında İslamsız geçen yılların açığını kapatmak için geceli gündüzlü okuyordum. Buna rağmen böyle orijinal cevaplar duymamıştım. Belli ki muhatabım çok zeki bir insandı. Bu zekâsını kullanarak çok çetrefilli sorulara gündelik yaşantımızdan bizim adiyattan (!) diyebileceğimiz örnekleri, zekâsıyla yorumluyor ve çok güzel bir yere bağlıyordu. Ancak beni daha çok şaşırtan olay onun bana verdiği cevaptı.
 
“Abi bunlar benden değil. Ben bu örnekleri Risale-i Nurdan veriyorum. Risale asrımızın Kur’an…”
 
“Bir dakika, bir dakika(!) Sen şimdi bu verdiğim örnekler, bizim bildiğimiz Risaleler de var mı? ”diyorsun.
 
“Evet. Bu ve buna benzer daha nice örnekler asrımızın Kur’an tefsiri olan Risale-i Nurlarda var.”
 
“Allah Allah. Kardeşim ben Risaleleri inceledim. Ama senin söylediğin hiçbir örneği göremedim.”
 
Aslında bu cümleyi söyledikten sonra utanmıştım. Çünkü o zamana kadar sadece küçük sözler diye bir küçük kitap almış ve 1. Sözü bile bitirmeden okumaktan vaz geçmiştim. Bana göre dili ağırdı ve bu kitaplardan faydalanmak isteyenlerin yolu açık olsundu. Bana gelince ben daha anlaşılır kitaplar okumalıydım. Zaten öyle de yaptım. Ancak daha anlaşılır kitaplarda bu orijinal cevapları bulamamıştım.
 
O gün, Yusuf kardeşle anlaştık. Bu günden sonra hafta da bir saat bir araya gelip özel olarak Risale okuyacaktık. Hakikaten öyle de yaptık. Yalnız bir farkla, hafta da bir akşam bir saat planladığımız sohbet, yaklaşık 5-6 saat sürüyordu ve ben zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum.
 
Kendime özel Risale okumalarımın olmadığı sadece Yusuf kardeşin okuduğu ve yorumladığı bir dersin ertesi gününde Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi çocuk servisinde nöbetçi olduğum bir gece, 20 günlük olduğunu hatırladığım bir bebek getirmişlerdi Çorludan. Gerekli muayene ve tetkikleri yaptıktan sonra bebeğin yatışına karar vermiştik. Bunu babaya izah ettiğimde mütedeyyin olduğunu sonradan öğrendiğim babanın tepkisi isyankâr bir tavır aldı.
 
“Doktor Bey nedir bu bizim gibi insanların başına gelenler? Neden hep belalar benim gibi adamları buluyor? Milletin çocukları gürbüz oluyor bizim gibilerin şu çektiklerine bir bakar mısın?” Bu ve buna benzer cümleleri isyan eden tarzda bir baba vardı karşımda. Ona söyleyeceğim hiçbir cümlenin onu teskin edeceğini zannetmiyordum. Bununla birlikte bir şeyler söylemem gerekiyordu. Kem küm edip birkaç cümle sarf ettikten sonra,ortalığın sakinleşmesini bekledim. Gece saat 01:00 civarlarında babayı koridorun dışında çökmüş üzgün bir halde buldum. Ona birlikte çay içmeyi teklif ettikten sonra, kafeteryaya gittik. Çaylarımızı yudumlarken, dün akşam ki sohbette Yusuf kardeşin bana okuduğu ve yorumladığı benim de daha evvelden bu tip sohbetlerde en kızdığım tavırlardan biri olan “Allah, Allah müthiş bir örnek!” cümlesini sarf ettiren, “Çocuk Taziyenamesi” nden aklımda kalanları acılı babaya anlatmaya başladım. Karşımda sıkıntı ve stresten bitmiş bir adamın birden bire nasıl canlandığını şimdilerde bile hatırlıyorum. Bana dönerek;
 
“Hocam sen müthiş bir adamsın. Sen dâhisin…” gibi bir yerlerden iyi hatırladığım cümleleri sarf etmeye başladı. Tahmin edebileceğiniz gibi şaşırmıştım. Sadece dudaklarımdan;
 
“Bunlar benden değil, bu örnekler Risaleler de var.” cümleleri döküldü.
 
Sonraki nöbetlerde artık fırsat kollamaya başlar oldum. Nerede sıkıntılı bir hasta veya yakınını görsem Yusuf kardeşin bana anlattığı derslerden bir çeşni yapıp dilimin döndüğü hatırımda kaldığı nispette anlatır olmuştum. Bir hasta yakını bir gün bana;
 
“Hocam siz dahi bir insansınız. Bence hastanenin acil servisinin yanına bir oda yapmalılar, hastaları acile alırken hasta yakınlarını da sizinle görüştürmeliler. Onları rehabilite edersiniz. Siz müthişsiniz hocam, müthiş.”
 
O gün yeniden düşünmüştüm. Müthiş olan ben miyim? Yusuf kardeş miydi? Yoksa Risale-i Nurlar mı? Diye. Bu gün cevabını net buldum sanıyorum. Eskilerin dediği gibi “Parmak aya bakarken, parmağa değil aya odaklanmak lazım.”
 
Tabi ki müthiş olan İslam’dı ve bize İslam’ı tanıttıracak tüm meşru eserler… Ha! İkinci kızdığım kırmızı küçük kaplı eserlerin çıkarıp okunması mı? Şimdilerde onu ben de yapıyorum. Ne de olsa “Kınayanda kırk batman bulunur” demiş eskiler.

Uzm. Dr. Kenan Taştan

35 dolarlık tablet çıkıyor.. -sozlerkosku-



Geçtiğimiz yılın Temmuz ayında Hindistan’da ortaya çıkan dünyanın en ucuz tableti nihayet kullanıcıların eline geçecek.

Fiyatı yalnızca 35$ olan tablet 5 Ekim günü çıkıyor. Uzun zaman önce tanıtılmasına rağmen çıkışı yeni duyurulan cihaz, üretim aşamasında yaşanan sorunlar nedeniyle geç kaldı.

Hindistan’ın HRD (İnsan Kaynaklarını Geliştirme Vakfı) Başkanı Kapil Sibal dünyanın en ucuz tabletiyle ilgili olarak “Bu hayal değil, gerçek” yorumunu yaptı. Hintli öğrencilerin okullarda kullanabilmesi için üretilen cihaz 5″, 7″ ve 9″ ekran boyu seçenekleriyle geliyor.

12 Temmuz 2012 Perşembe

RNİDH - 1: Bir an evvel okumaya karar verdim. -nurmektebi-

RNİDH: Risale-i Nur ile Değişen Hayatlar


2 kasım 1967'de Risale-i Nurları tanıdım. Edebiyat Fakülütesinde okuyordum. Selâhattin isminde bir arkadaş, elimde dinî bir gazete görünce yaklaştı ve gayet sessiz bir ifadeyle, "Sen Risale-i Nur okudun mu?" dedi. Ben de "İsmini duydum, ama okumadım" dedim. O zaman:

"Risale-i Nur bütün iman hakikatlerini ispat ediyor." dedi. Ben de o zaman:

"Madem siz ispatla meşgulsünüz, benim defterime yazdığım birkaç cümle var, size okuyayım." dedim.

Okuduğum dinî dergi ve gazetelerden ilgimi çeken cümle­leri defterime yazmıştım. Kur'an'ın küçük çocuklar tarafından dahi kolayca ezberlenmesi, hafızalara yerleşmesi ve tekrarının usandırmaması hususunda yazdığım cümleleri okudum. Meğer bunlar da Risale-i Nur'danmış...

Kendisiyle derse gitmek üzere anlaştık ve bir gün Sü­ley­ma­niye dershanesine gittik. Mustafa ve Eyüp Ekmekçi’ler, Se­lâ­hattin ve bir de ben vardım. Hz. Eyyûb’un (a.s.) kıssa­sın­dan birinci nükteyi okudular. Ders bittikten sonra:

“Acaba bilmediğimiz kelimeler parantez içinde yazılmış ol­saydı daha iyi olmaz mıydı?” dedim.

Eyüp Ağabey:

“Bediüzzaman Hazretleri bir manaya kaç kelime gelir, bu manada bir lügat yazmak istemişti. Fakat bunu eserinde gerçekleştirdiğinden, anlamadığınız bir kelime ya o cümlenin içerisinde veya paragrafın içerisinde veya konu içerisinde geçmektedir. Eğer geçmiyorsa, konunun mantıkî üslûbundan o kelimenin manasını çıkarmak mümkündür.” dedi. Aslında bu da Zübeyir Ağabeyden bir nakildi… Ben o zaman, “Oh,” dedim, “lügat derdi de yokmuş…”

Dershaneden çıktığımızda Selâhattin:

“Nasıl buldun?” dedi.

“Dinî konuda nasıl sorulmaz, elbette güzeldir, güzel bul­dum…” dedim.

Şimşek çaktı

İkinci gün tekrar gittik. Bu gidişimde şimşek çaktı. Nuret­tin Tokdemir, yine bizim gibi iki-üç tane yeni arkadaş vardı. “Dünyanın öküz ve balık üzerinde oluşu”yla ilgili bah­si okudu, açıkladı. Çok etkisinde kaldım. Dışarı çıktım. Kirazlı­mes­cit Camii’ne varmadan yolda şunları düşündüm:

Akıl ve mantık dışı sanılan bir cümleyi, aklen ve mantıken açıklayan, fennen izah ve ispat eden ve dolayısıyla bu sözün mucize olduğunu beyan eden bu düzeydeki bir ilim sahibinin ilmi, biz Müslümanların bu zamanda ne ihtiyacı varsa hepsini cevaplamıştır. Eğer yazılmayan varsa, yazılanlardan kıyaslayarak çıkarmak mümkündür. Öyleyse ben hiçbir şey anlamasam da hangi konuları ispat etmiştir diye bir defa okuyayım. “İleride nefsimden, şeytanımdan ve hariçten bir soru geldiği zaman ‘Risale-i Nur’da ispat edilmiştir.’ diyerek imanımı korurum.” diye bir an evvel okumaya karar verdim.

Zübeyir Ağabeyi ilk defa Eyüp Ağabeyle birlikte Süley­ma­niye’nin dışında gördüm.

“Kardeşim, nerede oturuyorsun?” dedi.

“Fındıkzade.” deyince,

“İnşaallah Cenab-ı Hak orda bir dershane-i Nuriye ihsan eder.” dedi.

Sonra ilk ziyaretim Süleymaniye’deki odasında oldu. Ka­pıda gördüğümde:

“Kardeşim,” dedi, “ben böyle gördüğün gibi perişan bir insanım. Ben evliya mevliya değilim. Bu tarzda geleceksen gel.” dedi. Ben de içimden “Oh, tam aradığım kafada bir adam!” dedim. Ondan sonra ne zaman istersem kapısını vur­dum girdim. Hatta Nurettin Tokdemir gibi çok kardeşler, ra­hat girip çıktığım için, “Duyduklarını yaz.” diyorlardı.

İlk anlattıklarını bir nur olarak gördüm. Sorularımı içim­den geçirirdim, cevabını verirdi. Ama bunu ben Zübeyir Ağabeyde ilim olarak gördüm. O ilimden istifade etmeye çalış­tım. Gördüğüm harikalar varsa, onların Üstadın ruha­ni­ye­tinden geldiğini, arkalarında Üstadın olduğunu düşündüm.

Ondan sonra Risale-i Nur derslerine devam etmeye başladım. Üstadın “Bir sene bu eserleri anlayarak okuyan…” cüm­lesini baz aldım. Bir yılda Risale-i Nurları üç kez okudum.

Yetmiş hikmet

Zübeyir Ağabey, Üstaddan gelen bir cümleyi veya parag­rafı pek çok hikmet çıkarmak için tekrar tekrar okurdu ve derdi ki:

“Biliyorsunuz kardeşim, evliyaullah 70 hikmetten serd-i kelâm eyler. Onun için lâhika mektuplarını da iki defa oku­yun.”

1968’in sonlarında Haseki’deki dershanede kalmaya başladım. 1969’un başından itibaren Zübeyir Ağabey de geldi. Eyüp Ağabey, Rüştü Ağabey ve Ömer kardeş de oradaydı. Ahmet Tanyel askerden gelmişti. Biz orada ekip olarak kal­ma­ya başladık. Tahiri Ağabey de gelip gidiyordu. Tashih hiz­meti başlamıştı.

Bir dersten sonra rüyamda Efendimizi (a.s.m.) gördüm. İlmi nur olarak üç tarzda izah etti. Daha sonra Zübeyir Ağabeyden şunu duydum:

“Üstadımız Risale-i Nur’u üç temel esas üzerine bina etmiştir:

1. İmanî bahisler.

2. Müdafaalar.

3. Lâhikalar.

“İmanî bahisleri okuyanlar, ehl-i takva ve ehl-i salâhat olur. Müdafaaları okuyanlar, davasının müdafaasıyla mü­ceh­hez olur. Lâhikaları okuyanlar, hadiseler karşısında na­sıl hatt-ı harekette bulunacaklarını lâhikalardan öğrenirler.” De­mişti.

Bir gece Zübeyir Ağabey, Sadık Bahtiyar’la tashih yapıyorlardı. Ben de uykuya dalmıştım. Zübeyir Ağabeyden duy­duğum bir cümleyle uyandım:

“Kardeşim, biz münekkit ve musahhih değiliz, biz hizmet­kârız.”

Tashih ederken tenkit halet-i ruhiyesiyle, “Bunlar yanlış yazmışlar, biz de düzeltiyoruz,” değil, “hizmetkârız…”

Zü­be­yir Ağabeyden ilk yazdığım cümle bu oldu.

“Dinlerlerse anlat”

Derslerden sonra bazen birine ayakta şevkle iki saat anlattığım olurdu. O da dinlerdi. Fakat bu durumun uygun olup olmadığını Zübeyir Ağabeye sordum. Şöyle dedi:

“Kardeşim, anlattığında dinliyorlarsa anlat, okuduğunda dinliyorsa oku, devam et.”

Bundan sonra Tevruz Apartmanına taşındık. Çünkü Ta­hiri Ağabey geldiğinde yerimiz müsait olmadığından rahat kalamıyordu. Böylece 2,5 sene Zübeyir Ağabeyle olan be­raberliğimiz başlamış oldu.

O sırada Kayseri’de MTTB’nin seçimi vardı. Biz de gittik. Aslında saf bir kardeşimiz vardı. Onun zihni karışmasın di­ye gitmiş, Sadık Bahtiyar’la parkta ona hakikatleri anlatmış­tık. Seçime katılamadan döndük. Dönüşte Zübeyir Ağa­b­eyin bana söylediği cümle şuydu:

“Kardeşim Ahmet Emin. Pedagojide vardır ki, günlük, ge­lip geçici içtimaî ve siyasî hadiselerle fikren meşgul olmak ve karışmak, bir dava adamının davasındaki inkişafına engeldir, kabiliyetlerini dumura uğratır.”

O zamana kadar benim siyasî ve sosyal meselelere karşı ilgim vardı. Bu cümleden sonra bütün benliğimle Risale-i Nur’a yöneldim.

Zübeyir Ağabeyle bulunduğum iki buçuk sene zarfında emir sigasıyla bir hitabını duymadım.

Bağdaş kurdu

Haseki’deki dönemde annemden, makarna yapmasını öğ­renmiştim. İlk defa bir makarna yaptım. Zübeyir Ağabey bi­zimle yemeğe oturmazdı. O sırada sofranın yanından geçi­yordu. “Ağabey,” dedim, “yemek yaptık, gel otur da ye.”

“Peki kardeşim.” dedi ve bağdaş kurup oturdu. Sonra:

“Resulullah Efendimiz (a.s.m.) ömründe bir defa bağdaş kur­muş. Sahih-i Buharî’de var. Mescidin arka tarafında… Ben de o sünnete ittiba etmek için ömrümde bir defa bağdaş kurayım…” dedi.

Devamlı diz üstü, Şafiî mezhebindeki oturuş tarzında otururdu. Çok mütevazi idi. Yemekten yedi. Ondan sonra Mustafa Ekmekçi, “Biz sekiz sene buradayız, bir yemeğe işti­rak ettiğini görmedik. Sadece bir iftara iştirak etmişti.” dedi.

Her şeyi Üstada bağlardı

Benim Zübeyir Ağabeyde gördüğüm bir husus da şuydu:

Dershanede kalan masum Nur talebelerinin nazarlarının siyasî ve geniş dairedeki olaylara çekilmesi karşısında azap çekerdi.

Biz dersten dönüp geldiğimizde kapıda görünürdü. Bir vesile bulup bize Üstad ve Risale-i Nur’dan anlatırdı. Ağzından başka şey çıkmazdı.

Bir defasında bütün ağabeyler gelmişti. Bayram Ağabey, Sun­gur Ağabey, Hüsnü Ağabey… Herhâl­de bir istişare yapılacaktı. Ağabeyler bizim kaldığımız odada du­ruyorlardı. Konuşmalar olmuyordu. Zübeyir Ağabey, odasından geldi:

“Kardeşim, Üstadımız Emirdağ’da iken bu mevzuları ayrı bir odada konuşurdu.” dedi. Bunun üzerine bütün ağabey­ler kalktı, öbür odaya geçtiler. Her sözü, her hareketi ya Üstada ya da Risale-i Nur’a bağlardı.

Mütebessimdi

Zübeyir Ağabey, daima şevk-i mutlak içindeydi. Onu gördüğümüzde mütebessim çehresinden hep şevk alırdık. “Her ne kadar ruhumda bora, fırtına, tipi esse de kardeşim, benim şevkimi kırmaz.” derdi.

Bir odada Tahiri Ağabey, bir odada Zübeyir Ağabey var­ken biz bir arkadaş ortamında gibiydik. Yani “Ağabey ge­liyor, aman dikkat edelim, kendimize çekidüzen verelim!” gibi bir sıkıntımız hiç olmadı. Gayet rahat, arkadaş gibi bir hayat geçirdik. Bakıyorum bazı yerlerde arkadaşlar, “Ağabeyin yanında rahat hareket edemiyoruz!” diye bir sıkıntı ve kabz hâli içinde oluyorlar. Bunlar istidadı köreltir, dumura uğratır. Biz bunu gördük.

Tahiri Ağabey, onun huzurunda çoğu kez ayakta ellerini öne bağlayarak, hürmetkâr bir şekilde dururdu.

Bazen Zübeyir Ağabey, Süleymaniye’de Anadolu’dan ge­­­len kardeşlerle görüşmek üzere aramızdan ayrılmak ister­d­i. Tahiri Ağabey “Bugün de kal.” derdi. O, “Ağabey git­­mem lâzım.” derdi. Gittikten sonra arkasından, “Kardeşim, o bir kumandan, biz ona müdahale edemeyiz.” derdi.

Cendereden geçerdik

Bana, “Ahmet Emin, her zaman gelebilir, mizaca ait, insan­ların birbirleriyle görüşmelerine ait en ince teferruata ka­dar her şeyi sorabilirsin.” demişti. Yine “Bana her şeyi so­rabilirsiniz. Üstaddan izin varsa cevap veririm, Üstaddan izin yoksa cevap vermem.” demişti. Biz de bunlara dayanarak kendisine hep sorardık.

Bir gün şöyle demişti:

“Üstad, ‘İhlâsınızdan ve sadakatinizden şüphe etmem, fakat aldanabilirsiniz.’ derdi. Pedagojide vardır. Ana okulu­na giden çocuk, bahçeye adımını atar atmaz paspas olur. Paspası atlar geçer. Binanın önünde ikinci paspas vardır. Bi­rincisi hayaline takılıdır, ikincisine ayaklarını siler geçer… Üs­tadımız, ihlâs ve sadakatimizi kıracak bir şey daha hayali­mize gelmeden şiddetle bizi ikaz eder, ders verirdi. Eğer nef­simizde müdafaa hissi uyanırsa, ‘Avukat gibi nefsinizi mü­dafaa ediyorsunuz.’ derdi. Bizi 15 günde bir cendereye alırdı. O cenderenin sonunda herkes ayrı bir köşeye çekilir, göz­yaşı dökerdi. Tahiri Ağabey şefaatçi olurdu. Onun yüzü suyu hürmetine affedilirdik.”

“Üstad nakletmişse tamam…”

Vefatından tahminen 40 gün önceydi… Risale-i Nur’dan özetle 15-20 madde söyledi. Onların çoğunu Fethullah Hoca tatbik etti. Hatırladığımın özü şuydu:

“Kimse kimseden hizmet için ruhsat almayacak. Dersha­ne açmanın, hizmet etmenin engeli olmaz. Her Nur talebesi, Risale-i Nur’u kendi malı gibi bilip hizmet eder. Kabiliyeti­ne göre hayat-ı içtimaiyede, siyasîyede, her alanda Risale-i Nur’u yayar. Sorulacak bir şey yok. Üstaddan nakletmişse tamam…”

İleride karşılaşacağımız hadiselere karşı nasıl hareket edeceğimizi sormuştum. “Bu konuda Üstaddan bir nakil vars­a onu sorup yapar, değilse Risale-i Nur’da yazılışıyla, onun­la amel edersiniz. Zübeyir de dese, ben Üstadın ve Risale-i Nur’un dediğini yaparım, der, istikbalde böyle hadiselere karşı dayanırsınız.” demişti.

O bizi hür yapmıştı…

Üstadın sırrına vâkıftı

Yine Tahiri Ağabey bir gün şöyle demişti:

“Biz Üstadın yanında yatsıdan sonra diğer kardeşlerle birlikte ya bir defa ya iki defa kalmışızdır, o kadar… Ama Zübeyir, yatsıdan sonra devamlı yanındaydı. Onun sırrına o vâkıftı. Onun için bize sormayın, ona sorun…”

Zübeyir Ağabeyin dayanak noktası, Üstad ve Risale-i Nur’­du.

Lâhikaları okuduğumda şöyle bir soru sormuştum:

“Nur talebelerinin ortak özelliği, okumak ve neşir midir?” Şu cevabı vermişti:

“Evet kardeşim, okumak ve neşirdir. Fakat tab başka, ne­şir başkadır. Neşir yaymaktır, tab ise basılıp çoğaltılması­dır.”

Bunun üzerine bende şu mana uyanmıştı:

Bir Nur talebesi Risale-i Nur’u okuyor, ama intişarına çalışmıyor veya intişarına çalışıyor, ama okumuyor. Her iki­si de olmaz. Hem okuyacak, hem intişarı için gayret edecek. Dershane açacak, dersler yapacak, gençlerin gelmesini sağlayacak. Maddî manevî destekte bulunacak. Hepsi bunun içine giriyor. Böylece herkes hubb-u riyaseti terk eder, şahs-ı manevî hesabına çalışır, ondan hisseder olur.

Yine bir gün şöyle demişti:

“Risale-i Nur’un tab ve basım safhaları vardır. Evvelâ hatt-ı Kur’an’la, elle yazılarak çoğaltıldı. Daha sonra, hatt-ı Kur’an’la yazılanlar, teksirle çoğaltılmaya başlandı. Ondan son­ra yeni yazı daktilo makinesiyle yazılmaya başlandı. Da­ha sonra daktilo makinesiyle yazılanlar, teksir edilmeye başlandı. Ondan sonra matbaada dizgi yoluyla basıldı.”

Şimdi çok daha ileri teknolojiyle ofset baskıyla tab hizmeti devam ediyor.

“Hizmet daire dairedir”

Bir gün hizmetin farklı grup ve dairelere ayrılmasına işaret ederek şöyle demişti:

“Kardeşim, şimdi dairemiz, daire daire hâline geldi. Her da­i­reyle uhuvvetkârane ve muhabbettarane hareket etmek, kim­seyi kendi dairesine çekmeye çalışmamak, rekabet­kâ­ra­ne hareket etmemek, hatta seni düşürmeye çalışsalar da mu­ka­bele etmemek gerektir.”

Ziyaretine gelen Nur talebesi hocalara özellikle iki şey tav­siye ederdi: Biri, Üstadın Mehdîliğini hadislerle izah eden bir eser yazmak. Diğeri de sahabelerin fedakârlıklarına dair eser yazmak…

Bir ara gazetenin fazla öne çıkarılması üzerine, hizmetin esa­sındaki dengenin bozulma istidadı göstermesine karşı şöyle demişti:

“Onlar Mustafa Polat ile Salih Özcan’ın hizmetini devam ettiriyorlar, biz ise Bediüzzaman’ın hizmetini devam ettiriyoruz… Üstad,” demişti, “iman hakikatlerini izah et­mez­di. Çün­kü izah, şahsa bağlar. Cemaati kitaba bağlamaz. Halbuki amacımız Kur’an-ı Azimüşşanın bu asırda bir mucize-i ma­neviyesi olan Nur Risaleleriyle kendimizin imanını kurtarıp başkalarının imanına kuvvet vermek, İslâmın güzelliğini hâlimizle göstermektir.”

Tevazu muvaffak eder

Bayrampaşa’da Fırıncı Ağabeyin ağabeyinin evindeki ders­te idik. Yaşlı bir zât, kendi bildiklerini anlatarak bir nevi dersi kaynatmıştı. Biz de tecrübesiz olduğumuzdan ne söyleyeceğimizi bilemedik. Döndüğümde Zübeyir Ağabeye sordum:

“Ağabey, derste yaşlı bir zât gelirse ve karışırsa ona karşı ne yapmak lâzım?”

“Kardeşim, böyle bir şey olduğu zaman, ‘Allah razı olsun. Anlattıklarınızdan istifade ettik. Siz benim babam yerin­desiniz, ben sizin evlâdınız makamındayım. Nasıl ki cami­de vaaz veren hocanın vaazını cemaat dinler, biz de bura­da Bediüzzaman’ın vaazını dinliyoruz.’ derseniz, memnun olur. Çünkü bu hizmette tevazu ve mahviyet ile mu­vaf­fak olunur.” dedi.

İkinci gittiğimde aynı olay cereyan etti. Aynen bu sözleri söyledim. Adam, “Sağol evlât. Biz yeni geldik, bil­mi­yor­duk.” dedi.
Onun söylediklerini aynen uygulayınca kapalı kapılar açılırdı

Kalbimize Ne Oldu? -nurakademisi-


Srebrenitsa'yı Unutma!! -editor-

Srebrenitsa'yı Unutma ! - Don't Forget Srebrenica!

Srebrenitsa Acısı Dinmedi..

17 yıl geçti, Srebrenitsa acısı dinmedi


63 yaşındaki Münibe Çakar'ın kocası da Srebrenitsa yakınında Potoçari kabristanına çarşamba günü defnedilen 520 kurbandan biri. Sırp güçlerinin 11 Temmuz 1995 günü gerçekleştirdiği soykırımda katledilen 8 bin civarındaki Bosnalı Müslüman'dan 5137'sinin halen medfun bulunduğu mezarlıkta, 17 yıl sonra bir kez daha gözyaşları sel oldu aktı.
"Televizyondan savaş suçlularının davalarını izlerken içim yanıyor. Suçlu değiliz, soykırım değildi bu diyorlar. Oysa buraya gelip binlerce mezarı görmek yeter. Bu da soykırım delili değilse ne delil olabilir?" diye ağlıyor gazetecilere Münibe Çakar.

Srebrenitsa soykırımının 17. yıldönümünü anmak için 'beyaz zambaklar ülkesi'ne dönüşen Potoçari anıt mezarlığına Bosna-Hersek'in her yerinden ve başta Türkiye olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinden 10 binlerce kişi akın etti. İnsan seline, 11 Temmuz 1995'te Ratko Mladiç'in birliklerince işgal edilmesi üzerine soykırımdan kaçan kurbanların Tuzla kentine ulaşmak için kullandığı güzergahta her yıl yapılan ve 8 Temmuz'da başlayan 'ölüm yolu yürüyüşü'ne katılan 7 bin kişi de iştirak etti. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ da Potoçari Anıt Mezarlık'taki törende Türkiye'yi temsil etti. Türk Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan yazılı açıklamada da, uluslararası toplumun, yeni Srebrenitsa'lar yaşanmaması için gerekli önlemleri alması gerektiği kaydedildi.

FOTOĞRAF GALERİSİ İÇİN TIKLAYIN

11 Temmuz 1995 günü Ratko Mladiç komutasındaki Sırp çetnikler, Birleşmiş Milletler tarafından 'güvenli bölge' ilan edildiği için diğer bölgelerden gelen mülteci göçleriyle dev bir mülteci kampına dönüşen Srebrenitsa'ya girdi. Müslüman erkekleri kadınlardan ayırdılar. Yaşları 15 ile 65 arasındaki binlerce erkeği şehirdeki depo ve fabrikalarda kurşuna dizdiler. Bosna Kayıp Kişiler Komisyonu'nun katledildiğini belirlediği 8 bin 373 kişinin 500'ü 18 yaşından küçüktü.

Aynı gece 15 bin kadar Bosnalı, şehri terk ederek güvenli olacağını düşündükleri Tuzla'ya doğru ormanlık alandan ölüm yürüyüşüne başladı. Sırpların yanı sıra aşırı sıcak ve susuzlukla da mücadele eden ve ağaç yaprakları ve sümüklü böcekleri yiyerek hayatta kalmaya çalışan Bosnalıların birçoğu Tuzla'ya ulaşamadı. Bu trajik yürüyüşü anmak için de her yıl Tuzla'dan Poto-çari'ye bir yürüyüş gerçekleştiriliyor.

17 yıldır yakınlarından hala haber yokYakın zaman önce bir toplu mezarda bulunan iki kardeşinin yeni kazılmış iki mezarın ortasında dizlerinin üstüne çökmüş ağlayan 42 yaşındaki Mirsad Sinanovic de bu yılki anma yürüyüşüne katılanlardan biriydi. Sinanovic, "Onlar ve katledilen diğer bütün kardeşlerim için yürüdüm." diye konuştu. Ancak mezarlıkta, Sinanovic gibi kurban yakınlarına gıpta ile bakanlar da vardı. Bosna Hersek Cumhuriyeti Kayıp Kişiler Enstitüsü'nden gelecek, 'Eşinizin, babanızın, kocanızın, evladınızın mezarı bulundu' telefonunu tam 17 yıldır hasretle bekleyenler bunlar.

17 yıl geçmesine rağmen halen 8 bin kişiden 6800'ünün cenazesi bulunabildi. Ancak bu 6 bin 800 kişinin yakınlarının tamamı da kurban yakınlarının cenazesine tam anlamıyla kavuşmuş sayılamaz. Çünkü birçok kurbanın sadece bazı kemik parçaları bulunabildi ve DNA testleriyle kimliklendirilebildi.

Henüz hiçbir iz bulunamayan diğer kurbanlar için ise arama kazıları hala sürüyor. Dönemin Sırp güçleri, katliamlarının ciddi sayılara ulaşması üzerine uluslararası toplumdan gelebilecek cezaların endişesiyle cenazelerin bulunmaması için gizlediler. Aylar sonra toplu mezarlıklara geri gelerek cenazeleri çıkarıp en az 28 yeni çok gizli toplu mezara yeniden gömdüler.
-habervaktim-

Dünyaca Ünlü İsrailli Grup Türk Oluyor.. -ensonhaber-



Mavi Marmara faciasından sonra barışa yaptıkları katkı nedeniyle Türkiye'den ''Barış ve Dostluk Ödülü'' alan İsrail asıllı heavy metal grubu Orphaned Land'ın üyeleri, Türk vatandaşı oluyor.
Dünya çapında tanınan grubun, Türk vatandaşlığına geçmesi ile hem iki ülke arasında hem de Filistin sorununun çözümü noktasında etkin bir şekilde barış elçisi olacakları belirtildi. Orphaned Land’in kurucusu Kobi Farhi, Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık’la telefonla görüştü.

"Türkiye bizim ikinci vatanımız" diyen grup üyeleri, beraber aldıkları kararla Türk vatandaşlığına geçmek istediklerini Kobi Farhi vasıtasıyla Tanık'a iletti. Türk vatandaşı olmak için büyük heyecan yaşadıklarını belirten Farhi, Türkçe öğrenmeye devam ettiğini ifade etti. Türk vatandaşlığına geçmek için başvuru kararı alan Orphaned Land üyeleri, Türkiye'yi ikinci evleri olarak gördüklerini, Türk pasaportu taşımaktan ve yurt dışında Türkiye'nin sanat elçisi olmaktan gurur duyacaklarını belirtti. Grup Eylül ayında Ankara’da düzenlenecek olan Ankirock 2012 Festivali’ne katılacak.

Çankaya Belediye Başkanı Tanık ise, geçtiğimiz Mayıs ayı başlarında İsrail'in davetlisi olarak Uluslararası Belediye Başkanları toplantısına katıldığını hatırlatarak, buradaki görüşmeler sırasında Kobe Farhi’nin kendisini bulduğunu ve konuyu kendisine ilettiğini söyledi. Konuyu Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’a da ilettiğini belirten Tanık, grup üyelerinin Türk vatandaşı olmasına büyük destek vereceğini söyledi. Tanık, telefonla görüştüğü grubun kurucusu Farhi'ye şunları söyledi:

"Sizlerin Türk vatandaşlığı müracaatınızı memnuniyetle karşıladık. Bu bizleri mutlu etti, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ile en yakın zamanda konu hakkında görüşeceğim. Çankaya Belediyesi olarak elimizden gelen tüm desteği vereceğiz. Sizler de bu toprakların çocuklarısınız ve sizi Türk vatandaşı olarak kabul etmemiz için kimlik belgelerine, pasaportlara ihtiyacımız yok ama yasal sürecin de tamamlanması için tüm desteğimizle yanınızdayız. Geçen sene olduğu gibi bu sene de Ankirock 2012’de çok güzel bir şov sergileyeceğinize inanıyorum.”

Orphaned Land’in da katılacağı Ankirock 2012 Festivali hakkında da bilgi veren Tanık, bu seneki festivalde özel bir mekan olacağını, Eskişehir yolu üzerinde 70 dönümlük bir alanda bulunan Çansera bahçesinde Ankirock 2012’nin düzenleneceğini belirtti.

Ankirock 2012’de Orphaned Land’in yanı sıra yılların eskitemediği ve ünlü rock yıldızlarıyla yaptığı düetlerle yeniden zirveye çıkan Nilüfer, Türkiye'yi Eurovision'da da temsil eden gençliğin gözde gruplarından Manga, Ankara'da uzun süredir konser vermeyen Haluk Levent, elektronik müzik yapmasına rağmen rock dinleyen kesim beğenisini kazanan Bedük, Ankirock Fest'in en tecrübeli ismi Ogün Sanlısoy, Karadeniz rock müziğinin yükselen yıldızı Marsis sahne alacak.

Ankirock 2012 Festivali’nin yıllardır bilinen savaş karşıtı tutumundan hiçbir zaman taviz vermediğini belirten Ankirock organizatörlerinden Tarkan Gürol, çadırlı açıkhava festival geleneğinin kaybolmaya başlamasına rağmen anki Ankirock 2012’nin bu geleneğin kaybolmasına izin vermeyeceğini ve gittikçe büyüyerek duruşunu hiç bozmadan devam edeceğini açıkladı.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Ya Ay olmasaydı? -sozlerkosku-


Öncelikle gökyüzünü süsleyen o güzel görüntüden yoksun kalırdık. Sonra Ay ve Güneş tutulmaları olmazdı. Dünyadaki gel-git olayları %70 oranında azalırdı. Çünkü gel-git olaylarının %70′i Ay’ın çekiminden kaynaklanır. Diğer %30′u ise Güneş ve gezegenlere ilişkindir. Ay’ın yokluğu halinde gel-git olayının dönemi de 12 saat 25 dakika yerine sadece Dünya’nın dönme ve yörünge hareketlerine bağlı olacağından, 12 saat 4 dakika olacaktır. Suları sığ olan okyanus sahillerinde yaşamı gel-git olayına bağlı olan bir çok böcek ve kuş türü bu değişimden etkilenecektir. Diğer taraftan, Ay ışığında etkinliğini sürdürebilen bir çok canlı Ay olmayınca bunu yapamayacak, gözün ışığa olan duyarlığında biraz değişim olacak.
Astronomi gözlemevlerinde çalışanlar, Ay’ın yokluğundan memnun olacaklardır. Çünkü Ay (özellikle dolunay), astronomik gözlemleri kötü yönde etkilemektedir. Diğer taraftan Dünya’nın yörünge hareketinde Ay’ın varlığından kaynaklanan ve nütasyon hareketi dediğimiz küçük salınımlar ortadan kalkacak. Ancak Dünya’nın dönme ekseni küçük salınımların sönümlenmesi dışında bu olaydan hiç etkilenmeyecek; dolayısıyla mevsimler ve iklimler hiç değişmeyecektir.
Ay’ın yok olmasıyla Dünya’da beklediğimiz bir başka etki gök taşı çarpmalarıyla ilgilidir. Bugün Ay’ın görünmeyen yüzünde çapı 250 km.yi geçen bir düzine kadar çarpma krateri vardır. Ay olmasaydı bu gök taşlarının çoğu doğru Dünya üzerine düşecekti.
Son olarak Ay’ın uzay araştırmalarında bir basamak oluşturduğunu, araştırmaları kolaylaştırdığını ve bundan sonra teknolojinin gelişmesiyle bu rolü daha etkin oynayacağını unutmayalım. Bu bakımdan Ay bir anlamda doğal bir uzay istasyonudur.
Görülüyor ki, bütün bu görüşler Ay’ın yokluğunun insanlık için hiç de iyi olmadığını bir çok açıdan ortaya koymaktadır. İyi ki varsın Ay.

Müzik Albümü: Hamza Namira - E7lam Ma3aya


"Lowkey"'in 2011 yılında çıkarmış olduğu "Soundtrack to the struggle" adlı albüm sizlerle.. Aşağıdaki linke tıkladığınızda albümdeki şarkılar sıralanacak, yanlarındaki indirme işaretinden indirebilirsiniz..
İşte lin
ki:Hey Dostum!!! Buradan İndiriliyor.Tıkla ;)